FRANSA EVİAN'DA G8 ZİRVESİ VE  
DÜNYA DEFLASYON- ENFLASYON LİGİ
 

Ercüment BARAN *

e-yaklasim/Ağustos 2003/Sayı:1

I- GİRİŞ
Fransa’nın Alp dağları eteğindeki tatil kasabası Evian, 01-03.06.2003 tarihleri arasında G8 zirvesine ev sahipliği yaptı. Bu yılki zirvede dikkate değer bir konu belli bir süredir G7 olarak devam eden toplantılar, bu toplantı ile beraber G8 zirvesi olarak gerçekleşti. Dünyanın en zengin ekonomisine sahip 7 ülkeye (Amerika, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada) Rusya da katıldı. Irak savaşı sırasında Fransa ve Almanya’nın ABD karşıtı aldıkları tavrın bu yılki zirvede ön plana çıkacağı sanılsa da toplantıda bu konunun bir kenara bırakılarak, G8'lerin bundan sonra dünya ekonomisi ve öncelikli olarak Orta-Doğu’da ne yapmaları gerektiği konusu görüşüldü. İlk kez 1975 yılında yapılmaya başlayan zirve toplantılarında amaç, genellikle ekonomik konular olsa da zaman içinde bu toplantılarda daha çok politik, siyasi ve güvenlik konuları ön plana çıkmaya başladı. Irak’ta son aylarda yaşananların yanısıra, ekonomik olarak AB üyesi ülkelerde, Japonya’da ve ABD’de yaşanan ekonomik gelişmeler toplantının ana gündemini oluşturdu. Bu arada Rusya’nın son yıllarda gerçekleştirdiği reformlarla ekonomik alanda aldığı mesafe de dikkate değer bulundu. Son iki yıldır ve 2003 yılı tahminleri de dikkate alındığında, gelişmiş ekonomilerde GSMH büyüme hızı olarak %4 üzerinde performans gösteren tek bir ülke var o da Rusya. (1)
GSMH Büyüme Hızı 2003 yılı Tahmini (1)

Rusya%4. 7
Kanada%2. 8
USA%2. 2
İngiltere%1. 8
Fransa%1. 3
İtalya%1. 0
Japonya%0. 8
Almanya%0. 4


Gelirler Başkontrolörü, Gelirler Kontrolörleri Bşk. Yrd.
(1) The Economist poll of forecasters for 2003. May 30th. 2003
(2) IMF Annual Report, “Will It Spread the Outside” 2002 Washington
(3) IMF AnnualReport,
(4) Economist May. 20th. 2003 “Global Agenda”
(5) Katherina Baer, “Output Gaps”, IMF Working Paper 01/23 IMF, Washington
(6) Katherina Baer, “Output Gaps”, IMF Working Paper 01/23 IMF, Washington

II- DEFLASYON SALGINI
Dağılma süreci sonrasında yaşanan kaos ortamına rağmen Rusya Devlet Başkanı Putin’in özellikle ekonomik konularda gösterdiği ısrarlı politikalar dünya ekonomi çevrelerince takdir edilmekle beraber gerek enflasyon gerek dış ödemeler gerekse büyüme hızı anlamında son yıllarda meyvelerini vermeye başladı. Bu anlamda Rusya özellikle Japonya, Almanya ve Kanada’nın içinde bulunduğu ekonomik durgunluk, deflasyon ve artan işsizlik problemleri ile karşılaştırıldığında önemli bir örnek olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu anlamda uzun süredir Japonya’da kendini gösteren ve neredeyse Japonya’ya özgü bir ekonomik hastalık olarak algılanan deflasyon 1930’lardan bu yana ilk defa Japonya dışındaki dünya ekonomileri için bir tehdit olmaya başladı.
1970’lerde yapılan zirve toplantılarında, katılımcıların ortak rüyası olan yakın işbirliği, zaman içinde bu işbirliği yapanların ellerini yaksa da bu yılki zirvede de enflasyonsuz büyüme ve serbest ticarette yakın işbirliği taahhütler arasına girdi. Bu anlamda ABD Başkanı J.W. Bush önümüzdeki yıllarda uygulanmak üzere 350 milyar dolarlık bir vergi indirim paketini artan bütçe açıklarına rağmen imzaladı. Bu arada Amerikan Merkez Bankası FED 2001 yılından beri son 40 yılın en düşük faiz oranlarını uygulamaktadır. Benzer ekonomik uygulamalar İngiltere’de de dikkat çekmektedir. Uzun süredir devam eden büyüme hızındaki azalma ve çok düşük seviyelerdeki enflasyon rakamlarını telafi etmek ve ekonomik canlanmayı teşvik amacı ile faiz indirimleri devam ediyor. Aynı zamanda İngiliz hükümeti artan kamu harcamalarını finanse etmek üzere vergi oranlarını artırıyor.
Kıta Avrupası’na bakıldığında ise tam tersi bir durum göze çarpmaktadır. Sıkı maliye politikaları uygulanan bir çok AB üyesi ülke tek para birimi uygulamasına geçişten sonra bütçe açıklarını disipline etme ve belli oranları tutturma çabasındadır. Almanya bu noktada bilindiği üzere resesyon ile mücadele ederken Fransa’nın da birkaç yıldır büyüme hızı neredeyse % 1'ler civarındadır. Avrupa Merkez Bankası’nın bu noktada tek para birimine geçişle birlikte kendisinden beklenenleri yerine getirmediği ve ekonomistlerden, uluslar arası kurumlardan ve Avrupalı girişimcilerden gelen faiz oranlarının daha da indirilmesi yönündeki uyarıları dikkate almadığı noktasında eleştirilmektedir. Özellikle son yılda Euro’nun ABD doları karşısındaki önlenemez yükselişinin işi daha da zorlaştırarak, faiz indiriminden beklenen etkilerin bertaraf ettiği söylenebilir.
Japonya’ya bakıldığında ise deflasyonun ilk görüldüğü yıllarda önemli bir çalışma konusu olarak ele alınan ülke bugün ekonomistlerin üzerinde yazı yazmaya uğraşmadığı bir duruma geldi. Japonya bu anlamda son on yılda üç kez resesyon krizi atlattı. 2001 yılında Başbakan olan Junichiro Koizumi’nin vaatlerine rağmen deflasyon bu yıl 4. yılına girdi. Gerek Japonya’da gerek son birkaç yılda Almanya’da ve Kanada’da gözüken deflasyon gelişmiş ülkelerde yayılma riski göstermektedir. ABD Merkez Başkanı Alan Greenspan’in de belirttiği gibi “Deflasyon şu anda enflasyondan daha önemli bir risk. ABD bu anlamda düşük riskli ülkeler grubuna giriyor ancak bu tehlikenin hiç olmadığı anlamına da gelmiyor.” IMF’nin 2002 yılı çalışmasına göre dünya ekonomilerinin 2003 yılından itibaren dikkate almaları gereken en önemli ekonomik risk deflasyon ve durgunluk (2).

Deflasyon Risk Endexi (2)

 Yüksek Risk (0. 5 Üzeri)Düşük Risk(0. 2 - 0. 3)
Japonya0. 5 
Almanya0. 5 
Kanada 0. 3
Fransa 0. 3
İngiltere 0. 2
ABD 0. 2

Söz konusu rapora göre IMF, Almanya’yı Japonya, Hong Kong ve Taiwan ile birlikte yüksek risk taşıyan ülkeler arasında saymaktadır. Her ne kadar Almanya’nın refah ve işgücü piyasalarının işleyişinin revizyona ihtiyacı olmadığı belirtilse de, birleşme sonrası alınan ağır yük ve tek para sistemine geçişle birlikte doğan ekonomik gelişmelerin Almanya açısından tekrar değerlendirmeye ihtiyacı olduğu genel kabul gören bir konudur. Görüldüğü gibi Fransa’da gerçekleşen toplantı için özellikle dünya yoksulluğunun ön planda olacağı deklare edilmiş olsa da gündem yine G8 üyesi ülkelerin kendi ekonomik problemlerinden oluşmuş durumdadır. Avrupa’nın problemi değerlendirildiği üzere yine Avrupa ile ilgili. Avrupa devletleri özellikle Japon Merkez Bankası'nın yapamadıklarının Avrupa Merkez Bankası açısından iyi bir örnek olması gerektiği konusunda hemfikirdirler.
Bu noktada Avrupa Merkez Bankası (ECB) kararlarının yeniden masaya yatırılması gerektiği belirtilmektedir. Amerika Avrupa’nın bu noktada giderek kötüleşen bütçe açıkları ve cari açıkları noktasında, doların sürekli Euro karşısında değer kaybından kaynaklanan rahatlıkla hareket etme imkanı yakalayabiliyor. Ancak bu gelişme özellikle Avrupa ve Japon ihracatçısı açısından önemli bir yük getirdiği ve zirvede öngörülen yakın işbirliğini zedeleyeceği de açıktır. Bu noktada G8 üyesi ülke ekonomi bakanlarının global büyüme için karşılıklı desteği ortaya koymaları ve zirvede taahhütleri hayata geçirmeleri şart.
Özellikle mayıs ayı uluslar arası yatırımcılar açısından dolar boşaltma ayı olarak yaşandı. Ve bu doların Euro karşısındaki düşüşünü daha da artırdı. Sadece mayıs ayı itibari ile dolar Euro karşısında % 4, geçen yıla göre de % 20 değer kaybetti. Her ne kadar ABD Hazine sekreteri John Snow doların hareketini mütevazi bir dalgalanma olarak nitelendirip ABD’nin güçlü dolar politikasının halen devam ettiğini belirtse de bir süre daha Bush yönetiminin zayıf doları görmeye devam edeceği düşünülmektedir. Bugün bilindiği üzere ABD'de özellikle 2003 yılında artan savunma harcamaları nedeniyle cari açıklarla uğraşır durumdadır. Ve 2002 yılı cari açık GSMH’nın yaklaşık % 5'ine tekabül etmektedir (3). Böyle bir açığın finansmanı için hazinenin önerisi dışardan mutlaka ülkeye sermaye girişinin gerçekleşmesidir. Bunun sağlanması için de önerilen yöntem güçlü dolar yerine zayıf dolar olacaktır. ABD kendi içinde cari açıkları kapatmak, ülkeye sermaye girişini cazip kılmak amacı ile doların zayıf kalmasını tercih ediyor olabilir ancak bunun dünya ekonomisindeki sancıları farklı olmaktadır. Euro’nun tedavüle çıktığı 1999 yılında yeni para biriminin ilk günlerde yaşadığı değer kaybı ve süregelen zayıflık Avrupalı politikacıları ve ekonomi bakanlarını Euro'dan utanır hale getirmişti. Oysa para biriminde güçlü olma hırsı ekonomide zaman zaman istenmeyen durumların yaşanmasına neden olmaktadır. Şimdi AB üyesi ülke ekonomi bakanları 1999'lu yıllar kadar olmasa da Euro'nun değerinin azalması gerektiğini ve fazla değerlendiğini telaffuz etmektedirler.
Özellikle birliğin dominant üyesi Almanya teknik olarak resesyonda kabul edilmekte ve iç talebin, istihdamın ve ihracatın yılın ikinci yarısında da düşeceği tahmin edilmektedir. İç talepteki düşüş Alman mallarının içerde, güçlü Euro da dışarıda satışını engellemektedir. Avrupa Merkez Bankası’nın faiz oranlarını indirmemekteki ısrarı Almanya’nın sıkı para politikası ile birleşince durum daha da kötüleşmektedir. Akut hale gelen probleme IMF tarafından 18 Mayıs'da yayımlanan, bahsedilen raporda da dikkat çekilmekte, Alman ekonomisinin, Hong Kong ve Taiwan ile birlikte ciddi bir deflasyonist baskı altında olduğu belirtilmektedir. ABD Merkez Bankası ve IMF’in kısa dönemde acil önlemler alınması gerektiği konusundaki uyarılarına rağmen, Avrupa Merkez Bankası kısa dönemli para politikalarında değişikliğin olmayacağını belirtmektedir. ECB başkanı Wim Duisenburg tarafından ifade edilen sadece fiyat kararlılığı kavramında mütevazi bir değişikliğin olabileceğidir ki bu, enflasyonun sıfıra çekilmesi hedefinin değişebileceği yönünde yorumlanmaktadır.
Ancak Almanya’nın önünde yukarda da belirttiğimiz gibi otoritelerin kontrol altına alamadığı Japon deflasyon hastalığı durmaktadır. Japonya ülkede son üç yıldır fiyat düşüşlerinin önüne geçememektedir. Bu yıl da ekonomideki büyüme hızındaki düşüşün daha da artarak devam etmesi beklenmektedir. Uzun dönemli yapısal reformlarla bankacılık sektöründeki krizler aşılmaya çalışılsa da Japonya’nın 5. büyük bankası olan Resona’nın kurtarılma ihtiyacı içinde olduğu bilinmektedir. Japonya’da sadece birkaç bankanın şu anki kısa vadeli sermaye ihtiyacının 17 milyar dolar olduğu belirtilmektedir (4). Henüz bankacılık sektörünün Japonya’da riskten uzak olduğu ve rehabilite edildiği söylene-mez. Japon Merkez bankasının para politikasındaki gevşemeye rağmen deflasyonu ortadan kaldırmaya yönelik radikal karalar henüz bankaca alınmamıştır. Diğer taraftan dolardaki zayıflama Yen’in hiçbir şey yapmadan değerlenmesine ve Japonya’da deflasyonist baskılarının artmasına neden olmaktadır. Japon ekonomistler tarafından Yumuşak İhmal olarak adlandırılan Washington’un dolara müdahale etmeyişi özellikle ABD dışındaki para piyasalarında ve dolayısıyla o paraların kullanıldığı ülkelerde olumsuz ekonomik sonuçlar doğurmaktadır.
Özellikle yatırımcıların, ABD’nin doları zayıf görmek istediğini düşünmeleri, beklentileri de etkileyerek dolar satışını hızlandırmaktadır. Bununla beraber uluslar arası para hareketlerini izleyerek, kurlarda oluşacak dengesizlikleri global işbirliği çerçevesinde piyasalara müdahale ederek giderme yönünde oluşmuş bir uluslar arası işbirliği de maalesef gözükmemektedir.
Bu yönlü işbirliği eksikliği G7 üyesi ülke maliye bakanlarınca global ekonomik büyümeyi sağlama amacı ile zaman zaman gündeme getirilse de Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya bu konuda farklı noktalardan hareket etmekte ve global ekonomik canlanma için bir görüş birliği maalesef ortaya çıkmamaktadır. IMF masa şeflerinden Anne Krueger’in de belirttiği gibi “endüstriyel dünyanın verdiği taahhütler ile gerçekleştirdikleri arasında çok büyük farklar vardır ve bu farkın kısa vadede kapanması da oldukça zor gözükmektedir.”
III- KAYAN YILDIZ ENFLASYON
Yukarıda belirttiğimiz gibi dünya ekonomisi son birkaç yıldır enflasyon ve enflasyonun yarattığı sonuçlardan ziyade deflasyon, durgunluk ve fiyat düşüşlerini konuşmaktadır. Bu anlamda enflasyon hastalığı gelişmiş ülkelerin gündeminden çıkmış ve dünyanın belli birkaç noktasında kronik halde kalmıştır. Binlerle ifade edilen kimi ülke enflasyon rakamları bile birkaç yıl içerisinde %20'lerin altına çekilebilmiştir.
Son otuz yıldır birçok ülke merkez bankasının temel hedefi düşük enflasyon iken, bugün fiyat düşüşlerinin kontrol altına alınamamasının daha büyük bir tehlike olabileceği aynı merkez bankalarını tedirgin etmektedir. Gerek ABD  Merkez  Bankası gerekse ECB, temel enflasyon hedeflerini artırmışlardır. Bu aynı zamanda yaşanan enflasyon rakamlarının çok düşük olduğunun kabulü anlamına da gelmektedir. Amerika’da temel tüketici fiyatları enflasyonu, %2. 8'den 2001 yılı sonunda %1.7’e gerilemiştir ki bu 1966 yılından bu yana ABD’de yaşanan en düşük enflasyon rakamıdır.
ABD hazine yetkilileri söz konusu enflasyon rakamı karşısında 1990’lı yıllarda yaşanan aşırı yatırımların nemalarının bugüne kadar yendiğini ancak bugünden itibaren mevcut aşırı kapasitenin fiyatları baskı altına aldığını ifade etmektedirler. Ekonomik resesyon yaşanmasa bile ekonomik büyümenin dünyanın her yerinde genel bir problem olduğu ülkelerin gerçek GSMH’ları ile potansiyel GSMH’ları arasındaki fark olarak ifade edilen üretim boşluğunun da giderek genişlediği ortaya çıkmaktadır. Söz konusu üretim boşluğunun özellikle Euro’nun kullanıldığı Kıta Avrupası’nda daha fazla olduğu ifade edilmektedir. Hatta kimi ekonomistlere göre büyüme hızında iyileşme görülse dahi mevcut üretim boşluğundaki fazlalığı aynen kalacaktır (5). Tarihsel olarak üretim boşluğunun büyüklüğü ile enflasyonun seyri arasında yakın ilişki olduğu tespit edilmiştir. Üretim boşluğu negatif olduğunda yani, gerçek hasıla potansiyel hasıladan düşük olduğunda,  ABD’de şimdi olduğu gibi, enflasyon düşme göstermektedir.
Enflasyonun zaten düşük olduğu dönemde negatif üretim boşluğu yaşandığında ise enflasyonun deflasyona dönüştüğü tespit edilmektedir (6). Bu nedenle gerek FED gerekse ECB bu yılki enflasyon hedeflerini ortalama %2.5 olarak belirlemektedir.
Deflasyonun her zaman için ekonomiye zarar vereceğini söylemek yanlış olabilir. 19. yüzyılda yine ABD’de yaşandığı üzere deflasyon eğer hızlı bir prodüktivite artışına neden olursa, bu ekonomik büyümeyi teşvik ederek deflasyondan hızlı bir ekonomik büyümeye geçişi sağlayabilir. Fakat deflasyon ve fiyat düşüşleri talepteki düşüşe bağlı olarak gerçekleşirse, deflasyon tehlikeli olabilir. Bugün dünyada her iki tür deflasyonu da görmek mümkündür. Deflasyonun asıl tehlikeli olduğu durum ekonominin borçla döndürüldüğü dönemlerdir. Böyle bir durumda fiyat düşüşleri reel borç yükünü daha da artıracaktır. Borçlu büyük firmalar maliyetleri fiyat düşüşleri nedeni ile düşürmek zorunda olacaklarından bu, harcamaların ve işgücü maliyetlerinin azaltılması, işçi çıkarmaları gündeme getirecektir. Şu anda ABD ve Euro bölgesindeki toplam özel sektör borçlanmasının GSMH’ye olan oranı, deflasyonun dünyayı vurduğu 1930’lu yıllardaki aynı orandan çok daha büyüktür.
IV- SONUÇ
Bu yöndeki indikatörlerin de gösterdiği üzere, gerek ABD gerekse Euro bölgesinde özellikle Almanya ve Japonya enflasyondan çok deflasyonu öncelikle çözülmesi gereken ekonomik hastalık olarak belirlemişlerdir. Bu yöndeki politikalar faiz indirimlerini zorunlu kılmaktadır. Ancak faiz politikaları uygulanırken diğer bir problem de ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerde reel faizler zaten çok düşük hatta %1-2’ler civarındadır. Nominal faizlerin sıfırın altına inemeyeceği düşünülürse faiz indirimi politikasının da bu ülkelerde uygulanma zorluğu ortaya çıkmaktadır.
Bugün dünya ekonomisine yön veren ülkelerdeki gündem enflasyon düşüklüğü   deflasyonun   bulaşma  tehlikesi ve ekonomik canlanma için enflasyon hedefinin yükseltilmesidir. Dünyada belli noktaların dışında (Zimbabwe, Uganda, Suriname, Mozambik, Irak, Türkiye v.s.) kronik enflasyon hastalığına rastlanılmamaktadır. Umman, Litvanya Çek Cumhuriyeti, Çin ve kimi diğer ülkeler dünya yüksek enflasyon liginden enflasyonsuz yada kabul edilebilir düşük enflasyon ligine katılmışlardır. Son iki yılın enflasyonda rakip tanımayan ülkesi Arjantin ve Brezilya dahi enflasyonu kontrol altına almayı başarmış ülkelerdir. Dolayısıyla dünya enflasyon-deflasyon ligini oluşturan ülkeler aşağı yukarı bellidir. Bulunduğu mevkii beğenmeyen ülkelerin kendileri için bir şeyler yapma zamanı çoktan gelmişe benzemektedir.

 

Son Güncelleme (Perşembe, 23 Temmuz 2009 10:02)